Günümüzde toplumun karşı karşıya olduğu en büyük sorunlardan biri, artan şiddet olaylarıdır. Şiddet, topluma ya da bireylere sadece fiziksel zarar vermekle kalmayan; aynı zamanda psikolojik, sosyal ve ekonomik boyutları olan karmaşık bir sorundur. Şiddetin kökenine inmek, onu önlemenin ilk adımıdır. Şiddet hiçbir zaman tek başına ele alınacak bir sorun da değildir. Şiddetin türü ne olursa olsun, o noktaya kadar şiddeti hazırlayan, tetikleyen ve uygulanmasına yol açan pek çok farklı değişken ve etken bulunur.
6 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş merkezli meydana gelen ve 11 ili sarsan, binlerce canımıza mal olan deprem, çok acı sonuçlarla yüzleştirdi bizi.
Binlerce can kaybı, binlerce yıkılan bina ve on binlerce yaralıyla, iyileşmeye, yaralarımızı sarmaya çalışıyoruz günlerdir. Son yüzyılın 2. Büyük depremi olarak kayıtlara geçen bu depremin şiddeti çok büyüktü. Bu bir doğal afetti, evet.
Ancak aynı bölgede bulunan birçok bina yıkılırken, sıvasında çatlak bile olmayan, dimdik ayakta duran binalar da vardı. Demek ki tek sorumlu doğa değil, demek ki sadece 'afet' diyerek çözüme ve gerçekçi açıklamalara ulaşamayız.
Jonah Kompleksi ya da Kendini Sabote Etme kavramı ilk defa, İhtiyaçlar Hiyerarşisi kuramından tanıdığımız Amerikalı Psikolog Abraham Harold Maslow tarafından tanımlanmıştır.
Teknolojiyle beraber hayatımıza teknolojinin getirdiği bir takım alışkanlıklar ve buna bağlı olumsuzluklar girdi. e-Hastalıklar (Elektronik Hastalıklar), Dijital Hastalıklar ya da Teknolojik Hastalıklar olarak tanımlanan bu hastalıklar kişiden kişiye ve kişinin teknolojiyle olan ilişkisine göre değişkenlik gösteriyor.
Evlenilecek erkek, evlenilecek kadın diye bireyleri kategorize etmeyi bildiğimiz kadar keşke ‘bu adam / bu kadın aynı zamanda boşanılacak bir insan mıdır? Diye sorgulayabilseydik. Kastettiğim gelecekte yaşanacak bir olumsuzlukta ‘bu kişi çirkinleşebilir mi, kin duygusu, intikam hırsı var mıdır? Onu sevmekten vazgeçersem ya da o beni sevmekten vazgeçerse beni üzer mi, sahip olduğu ekonomik gücüyle ya da çocuklarımızla beni tehdit eder mi, psikolojik, ekonomik ve fiziksel şiddet uygular mı?’
Pygmalion Etkisi, Kendini Gerçekleştiren Kehanet ya da Beklenti Etkisi olarak da tanımlanan ve kökeni mitolojik bir kahramana dayanan önemli bir kavram. Aslında sıklıkla karşılaşıyoruz, pek çok yerde duyuyoruz hatta uygulamaya çalışıyoruz ama nasıl oluyor, kökeni nedir, gerçekleşen kehanet var mıdır çok iyi bilmiyoruz.
İlk kez Rus psikolog ve psikiyatrist Bluma Zeigarnik tarafından 1920 yılında ortaya atılmış bir psikolojik terimdir. O dönemde bir doktora öğrencisi olan Zeigarnik, Pozitif Psikolojinin kurucusu olan Profesör Kurt Kewin’in de aralarında olduğu psikolog arkadaşları ile beraber gittikleri bir restoranda sipariş alan garsonu izlerken garsonun davranışlarından yola çıkarak bir takım varsayımlarda bulunmuştur.Bu teorinin uygulamasına aslında günümüzde neredeyse her alanda sıklıkla rastlıyoruz. Mesela dizilerde 'az sonra' şeklinde ara verilen ya da 'devamı gelecek bölümde ' şeklinde bizi beklentilere iten söylemler gibi...
Özellikle savaş, kıtlık, ekonomik kriz, afetler ve salgın gibi olağan dışı durumlar bireylerde travmatik etkiler yaratır ve insanlar yaşanılan olayların ağırlığı karşısında kendilerini çaresiz, zayıf, güçsüz ve yetersiz hissedebilirler.
Böyle durumlarda çevresel şartları değiştirmeye gücü yetmeyen insanoğlu doğal bir savunma mekanizması olarak, kendini değiştirmeye çalışır, daha iyi ve güzel görünmek için, ayakta kalmaya ve var olmaya devam etmek için olumsuz şartları normalleştirmeye uğraşır.
Depremin düşüncesi bile korkutucudur, özellikle bizim gibi depremle ilgili kötü anıları olan ülkelerde deprem olasılığı insanlar için önemli bir kaygı sebebidir.
Günümüzde Covid19 salgını ile beraber her eylemin, eğitimin, iş hayatının, sosyal ilişkilerin de dijital araçlar yoluyla yapılması hepimizi akıl almaz bir noktaya getirmiş durumda. Karantina süreciyle başlayan bu teknoloji-yoğun hayatlar, çok kafa karıştırıcı oldu.
Günümüzde, uzun yıllar sürdürdüğü kariyerini sonlandırıp bambaşka bir sektörde iş hayatına atılan ya da henüz bitirdiği eğitimini bir kenara bırakıp hiçbir tecrübesi olmadığı halde farklı bir iş alanına yönelen bireylere sık sık şahit oluyoruz.
Corona salgınıyla beraber neredeyse tüm sosyal ilişkilerimiz ve eğitimlerimiz de değişime uğradı. Artık günün 24 saati çevrimiçi iletişim halindeyiz. Her türlü işimizi teknolojik cihazlar üzerinden yapıyoruz. İş zamanı ve aile zamanı kavramları da karmakarışık bir hal aldı ve işin ne zaman başlayıp bittiği, aile hayatımızın sınırlarının ne olduğu iyice belirsizleşti.
Birçok anne baba, çocuklarının hayvanlara olan ilgisini bilir, hatta çocuklar izin alabilseler sokakta gördükleri her tür hayvanı eve almayı isterler. Genellikle anne babalar ve çocukları arasında bu yönde bir talep çekişmesi yaşanır.
Fobilerin, basit ve karmaşık fobiler olarak iki türü vardır. Basit fobiler, diğer adıyla özgül fobiler, herhangi bir durum ya da nesneye duyulan korkuları içerir. Karmaşık fobiler ise çok boyutludur ve kişinin günlük yaşama adaptasyonu zorlaşır, tedaviye daha dirençlidir.
Malum, aylardır başa çıkmaya çalıştığımız bir virüs ve buna bağlı bir salgın süreci yaşıyoruz. Zaman zaman, evlerimize kapandık, günlerce, haftalarca karantinada kaldık. Bütün çabamız bir an önce ‘normal’ yaşantılarımıza, eski hayatlarımıza dönmek ve herşeyin kaldığı yerden devam etmesine dair umudumuzu korumak. Ancak görünen o ki, normal kavramı da değişti ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
K Kuşağı ve 2000 sonrası doğan çocukları tanımladığım Tekno-Dijital Kuşak, sanal ortamlarda yer alarak kendilerini var etme ve duygu ve düşüncelerini ifade etme fırsatı bulduklarını düşünürken, anne babaları da geleneksel tutumlarla onları engelleme çabasına giriyorlar.
Helikopter Aile terimi, ilk defa 1990’da Foster W. Cline ve Jim Fay’ın“Parenting with Love and Logic: Teaching Children Responsibility” kitabında yer alarak; bir çocuğun, annesi için “başımda helikopter gibi dönüyor” demesiyle ortaya çıkmış bir kavramdır. Peki, helikopter aileler derken asıl kastedilen nedir ve bu ailelerin genel tutumları nasıldır?
Bir 'merhaba' demek, 'nasılsın?' diye sormak, varlığımızdan sevdiklerimizi mahrum bırakmamak o kadar zor olmamalı. Başkalarına ayırdığımız zaman kadar az ya da çok kendimize de zaman ayırmak gerek. Hayatın giderek daha yorucu olan akışında, yanından bakmadan geçip gittiğiniz bir çay bahçesinde mola vermek, bir çay içmek, soluklanmak, kendinizle kalmak, koşuşan insanları, telaşeleri ve akıp giden yaşamı izlemek gerek.
Kişilik Bozukluklarında birey, çevresindeki olayları algılamakta sorunlar yaşamakta, inşalarla ilişkilerinde ve yaşantılar arasında bağlantı kurmakta zorlanmaktadır. Sağlıksız bir düşünme ve tutum dikkat çekicidir ve bu tutum bireyin sosyal ilişkilerinde ve eylemlerinde, iş ve okul hayatında sorunlara yol açabilir.
Çok sıkıntılı günler yaşıyor, neredeyse her gün, güne olumsuz haberlerle başlıyoruz. Bazen umutlarımız kırılıyor, mutsuz oluyoruz. Bu sadece ülkemize özgü bir olumsuzluk değil aslında.
Korku, öfke, kaygı, hepimizin yaşadığı duygular. Yönetebilirsek ayakta kalırız. Olumsuz duyguların bizi yönetmesine izin vermemek gerek.
Sağlıklı tutum, olumsuz duygulara rağmen umudu kaybetmemek.